02 Haziran 2024 Pazar
Dilan Polat ve Engin Polat davasında yeni gelişme
Erdoğan’dan asgari ücret, memur ve emekli maaşı açıklaması
Silivri Adliyesi'ni alarma geçiren silahlı şüpheli gözaltına alındı
Hamile kadın ve 2 çocuğunu öldürdü: Cezası belli oldu
FBI Hamas’ı fırsat bildi
2.Haziran.2024 00:21, I Güncelleme:2 Haziran 2024 00:22
Nürnberg’den otobüse binip, sanki Ankara’dan İstanbul’a gidiyormuş gibi, bir ülkeden diğerine geçmiştik. Ne pasaport kontrolü, ne gümrük kontrolü, ne vize derdi. Büyük rahatlık doğrusu.
Gece 23.00 suları Prag’a vardık. Gideceğimiz hostel’e 6 numaralı tramvay gidiyormuş. Durakta beklemeye başladık. Oldukça hareketli bir gece. Bir grup genç geldi yanımıza. “Yarın 1 Mayıs sevgi günü, kolunuza kalp çizebilir miyiz?” dediler. Bileklerimizi uzattık gülerek. Herkese kalp dağıtarak gittiler. Sonra orada yaşayan bir arkadaş anlattı. Komünizmden çok çektikleri için, “Kadife Devrimi” adı altında komünist rejime baş kaldıran barışçıl protestolara imza atmışlar, bu nedenle 1 Mayıs’ı burada işçi bayramı gibi değil de bir tür sevgi gösterme, sevgililer günü gibi kutluyorlarmış.
Hostele vardığımızda saat 24.00’e gelmişti. Kayıt işlemlerinden sonra odamıza çıktık. Altı kişilik odamızda bir kişinin yattığını gördük. Sessizce yatakları seçip, yerleştikten sonra ortak salona inip bir şeyler yedik. O arada bir kişi daha geldi odamıza. Genç ve çok hoş bir kız. Anadili öyle bir şey ki işte nerede olduğunuzu unutup Türkçe konuşuyorsunuz. Gayrı ihtiyarı Türkçe şu yataklar boş dedim kıza. Daha şaşırtıcı olanın onun da bana Türkçe karşılık vererek, teşekkür etmesi oldu. Çok doğal bir şeymiş gibi sohbet etmeye başladık. Ne güzel insanlar çıkıyor karşımıza, çok keyifliyiz.
Burası Çek Cumhuriyeti’nin hem başkenti hem en büyük şehri. Geçmişte de Çekoslavakya’nın başkentiymiş. Kentin ortasından geçen Vltava Nehri eteklerine kurulmuş. Bir başkente göre oldukça az bir nüfusa sahip. İki milyondan az insanın yaşadığı Prag’dan “Doksanların Sol Bankası”, “Masal Şehri”, “Altın Şehir”, “Avrupa’nın Kalbi” gibi isimlerle de söz edilmekte. Beş Nobel ödülüne sahip Prag’a damgasını vuran Franz Kafka için bile binlerce turistin geldiği söyleniyor.
İkinci Dünya Savaşı’nda Avrupa’da ki bir çok şehre göre en az hasar gören yer olduğu için, tarihi dokusunu korumuş. UNESCO Dünya Mirası listesine alınmış.
Sabah erkenden kalkıp, duşumuzu alıp hosteli terk ediyoruz. Prag’da yaşayan kızımın arkadaşı Gülşah’la buluşacağız. Bugün Prag gezimize rehberlik edecek.
Gülşah bize kahvaltı hazırlamış, çay ve kuruvasan var. Buradaki kuruvasanı yediğimde bizde satılanların çikolatalı ekmekten farkı olmadığını anlıyorum. Aşık oluyorum kuruvasana, üstüne bir de Türk kahvesi içince, hazırım Prag seninle tanışıp, boynuna sarılmaya diye bağırmak istiyorum. Yoksa “yenecem seni Prag” mı deseydim?
Küçücük stüdyo daireden çıkıp kocaman şehre karışıyoruz. Vltava Nehri’nin batısında, şehre hakim bir tepedeki Prag Kalesi’nden başlamaya karar veriyoruz. Oraya kadar tramvaya binip, sonra yürüyerek geziyi tamamlamak akıllıca geliyor. Prag Kalesi 1000 yılı aşkın bir süredir şehrin yönetim bölgesi ve halen de Çek Cumhurbaşkanlığı Resmi Konutu olmaya devam ediyor.
Kaleye ve hemen yanındaki o kocaman katedrale, kalenin bahçesinden geçerek gidiyoruz. Kocaman, çeşit çeşit ağaçların, heykellerin olduğu bir bahçe. Fotoğraf çeke çeke yürüyoruz. Anıt ağaçlar, atkestanesi, manolya ve sakura ağaçları, tavus kuşu, öyle neşeli bir bahçe ki…
570 metre uzunluğunda ve 130 metre genişliğindeki bu kale kompleksi, dünyanın en büyük antik kalesi. Kale ve içerisindeki yapılar geç Roma tarzı ile başlayıp, Gotik, Rönesans, Barok ve Neo-klasik stili ile devam ediyor ve sırf bir kale gezisinde bile tarihin çeşitli dönemlerine tanıklık etmeniz mümkün oluyor. İçerisindeki başlıca bölümler:
KRALİYET SARAYI: Bohemya Kral ve Kraliçelerinin 9. yy’dan bu yana ikametgahı ve taç giyme törenlerinin yapıldığı yer olmuş. Bir sürü resim ve heykelin yanı sıra, Diet Salonu, Louis Kanadı ve burada yer alan salonlar, Bohemya Şansölyeliği Salonu (ki burada protestan kent soylularının iki valiyi pencereden attıkları anlatılır), Vladislav Salonu görülmeye değer bölümleri oluşturuyor.
AZİZ VİTUS KATEDRALİ: Hanedanın ana kilise olan, taç giyme törenlerinin düzenlendiği, mezarlarının yer aldığı katedral, görkemli yapısı, freskleri, vitrayları ve iç mimarisi ile çok dikkat çekici. Binlerce değerli taş ile süslü Vaclav Şapeli, Gotik tarzda başlayıp Rönesans stili bitirilen Güney Kulesi, mezarların yer aldığı Kraliyet Kriptası, ülkedeki en büyük çan olan Sigismund Çanı, yeni kraliyet üyelerine törenlerin yapıldığı Kraliyet Şapeli, Altın Taçkapı en önemli ve görülmesi gereken yerleri.
AZİZ GEORGE MANASTIRI: Bugün Josef Navratil, Jakub Schikaneder ve Manes’in resimleri, Myslbek’in heykelleri gibi 19. yy Çek sanatına dair eserlerin sergilendiği bir müze.
LOBKOWİCZ SARAYI: İ ç dekorasyonu ile dikkat çeken saray bugün bir müze.
BARUT KALESİ: Çek Askeri tarihi adlı kalıcı bir sergiye ev sahipliği yapıyor.
PRAG KALESİ RESİM GALERİSİ: 2. Avluda yer alan ve Avrupalı ustaların Rönesans ve Barok dönemine ait eserlerinin yer aldığı bir yer.
ALTIN YOL (GOLDEN LANE): Burası eski yıllarda kuyumcuların yer alması nedeniyle bu isimle anılıyor. Şimdilerde renk renk minik evlerin olduğu sokak turistlere yönelik hediyelik eşyaların alınabildiği keyifli bir sokak olmuş.
Daha bir çok yapı var. Burayı gezmek neredeyse Prag’ın tümünü gezmekle eş değer. Hakkını vererek gezerseniz bir gününüz ayırmanız gerekecek. Güney ve Kuzey Yaz Bahçeleri, Beyaz Kule, Dalibor Kulesi, Aziz George Baziliskası, Martinine Sarayı, Belvedere, Cernin Sarayı ve Binicilik Okulu gibi pek çok yer var.
Altın Taçkapı’dan çıkıp şehrin manzarasını seyrettikten sonra yokuş aşağı yürüyerek, Vltava nehri kenarına ve heykellerle süslü Charles Köprüsüne doğru yürümeye başlıyoruz. Yol boyu neler yok ki. Birbirinden güzel binaları, kafeleri, enstürman çalan ve şarkı söyleyen sanatçıları, üstü açık araba gezileri, yere namaz kılar gibi kapanan dilencileri, sokak ressamları, satıcıları, yılanını boynuna dolamış fotoğraf çekimiyle para kazanmaya çalışanı…. hareketli, canlı sokaklarını adımlıyoruz. Dilencilerin yüzlerini saklayarak, dizleri üzerinde yere kapanır vaziyette olmalarını bir türlü anlamlandıramadım. Utanç mı? Çok yorucu bir duruş şekli, ceza mı?
Yine bir sürü evcil hayvan ya da bebeği ile gezen insanlar dikkatimizi çekiyor. Hayata karışan bu mozaik oldukça barışçıl ve yumuşak bir atmosfer yaratıyor. Hava güzel önce köprünün ayağında bir çocuk parkında oturup nehri ve köprüyü seyrediyoruz.
Daha sonra köprünün üstünden karşıya geçiyoruz. Köprü sağlı sollu heykellerle bezenmiş. Melekler Şehri diyorum elimde olmadan, yaptığı çağrışım ile.
Prag’ın tam merkezinde eski şehir merkezinde yer alan Astronomik Saat Kulesi’ne varıyoruz. Şansımıza her saat başı yapılan gösteriye denk geliyoruz. Birkaç dakika sonra kuledeki bazı pencereler açılarak, içindeki kuklalar sırayla geçiş yapıyor. Meydana toplanan insanlar oldukça coşkuyla alkışlıyor. Bu dünyada eşi benzeri olmayan bir saat kulesi. 1410 yılında Kadaklı Mikulus tarafından yapılmış oldukça acıklı bir öyküsü var.
Orloj adıyla bilinen saat, güneş, ay, zodyak takımyıldızlarını ve bazen de gezegenlerin yerini göreceli de olsa göstermesi ile tanınıyor. Gündüz, gece vb olayları ile ekvatorun konumu gibi coğrafi bilgileri de içeriyor
Saatin mimarı Mikulas of Kadan, başka ülkelerde de tanınan eşsiz bir mimar. Prag’da ki saati tamamlayınca, başka ülkelerde başka şehirlere de aynısını hatta daha iyisini yapar diyerek, meclis üyeleri tarafından gözleri kör ediliyor. Mimar aklını kaçırma noktasına geliyor. İntikam için saatin dişlilerini bozuyor ve saati lanetliyor. Ardından da kendini öldürüyor. Derler ki saati tamir eden ya da etmeye yeltenen herkes ya aklını kaçırır ya kendini öldürürmüş. Saat günümüzde çalışır durumda.
Diğer köprüye kadar gidip nehir kenarındaki parka oturuyoruz. Çünkü burada sevimli kunduzlar yaşıyor. Onları seyredip, kızımın Polonya’dan gelen yurt arkadaşları ile buluşuyoruz. Onlar da Prag’ı gezmeye gelmişler. Birlikte akşam yemeği yiyerek Çek birasını yudumluyoruz. Çekler dünyanın en iyi birasına sahip olmakla övünürlermiş. Hakları var ben çok beğendim.
Yine Prag kuklaları ile de ün salmış bir yer. Ortaçağdan bu yana yapılan geleneksel bir el sanatı. Hediyelik eşyalar arasında oldukça önemli yer tutuyor. Prag’a özgü bir şey ararsanız tavsiye ederim.
Wroclaw’a geçmek için buradan ayrılıyoruz bu gece. Yine Ankara’dan İstanbul’a gider gibi bir otobüse binip ülke değiştireceğiz. Kızımın okuduğu Polonya’ya sabaha karşı varıyoruz. Aklımızda güzel anılar, ağzımızda Prag tadı, yüreğimizde yeni dostlarımızın sevgisi ile. Gülşah, Thomas, Sarah, Lisa, Sıla… Özellikle Gülşah’a çok çok teşekkür ediyorum gözlerim kapanırken. Bu otobüslerde internet ve tuvalet olması ne harika düşüncesine ne ara geçtiğimi hatırlamadan dalıyorum uykuya.
“Benim gönlümde Prag, Avrupa’nın başkenti” diyen kızımın sesi rüyama karışıyor. Rüyalarım uykuma saçılırken, gerçek hayal birbirinin içinde, en sevdiğim trans haline geçiyorum. Bundan sonra Prag benim için Melekler Şehri.. Başka bir boyutta, başka bir alemdeyim.
27.Mayıs.2024 10:34, I Güncelleme:27 Mayıs 2024 10:40
Çocukluğumda Almanya demek, amcam ve halam demekti. Bir zaman sonra da çok özlediğim ablam…
Parlak sarı renkli kahve fincanları, çikolata ve otomobil demekti.
Alamancılar, çoluk çocuk, arabaları ile kara yolundan gelirlerdi. Bambaşka gelirdi onlarla ilgili her şey. Anlattıklarını heyecanla dinler, getirdikleri her eşyayı dikkatle incelerdim. Nasıl bir şeydi ki bu gevur elleri.
70’li yılların sonu, halamın cam cezveyi tüpün üstüne koyup sütü pişirişini hayretle izlemiş, camın patlamasını korkuyla beklemiştim. Patlamaz dedi halam. Almanlar yapmış, ateşe dayanıklıymış.
En çok Hanuta’nın tadını unutamadım. Dünyada daha lezzetli bir şey var mıydı acaba? Gofret arası fındıklı çikolata. O zaman bizim ellerde pek bulunmayan bir şey. Arada sokaktan geçen seyyar satıcıdan aldığımız ‘gavut’ dediğimiz leblebi tozu ile pamuk şekerini saymazsak pek abur cubur yiyemezdik. Çünkü yoktu. Belki şeker bayramı o nedenle çok özel ve güzel gelirdi bize. Düşünsenize çeşit çeşit şekerlerimiz olur, uzun süre topladığımız o şekerleri yerdik. Kıymetli anlardı şimdi kıymetli anılara dönüştü.
Bunlar nereden mi geldi aklıma? Yurdumun birçok efsane köşesini gezmiş olan ben, Almanya’ya ilk yurt dışı seyehatimi gerçekleştiriyorum. (yaklaşık iki yıl önceydi, kısmetsebu temmuz yeniden gidiyorum.)
Küçükken elinden tutup gezdirdiğim kızım, şimdi beni Avrupa’da üç ülke, beş şehir gezdirecek bir program yapmış. İki aydır oradaydı ve onu çok özlemiştim. Yanımdaki evladımı alıp gurbetteki evladıma doğru uçuşa geçtim.
Şehrin ışıkları göründüğünde, gecenin ikisi idi. Işıl ışıl şehre bakarken, heyecanım daha da arttı. Sanki uzaya çıkıyormuş gibi farklı bir duygu vardı içimde. Çemberin dışına adım atıyor, konfor alanımın uzağında beni nelerin beklediğini bilmediğim bir maceraya atılmıştım.
Pandemi yasakları yeni kalkmış, işin içinde belirsizlikler olunca, sınır kapısında sorun çıkar mı endişesi taşıyordum. PCR testi hiç yaptırmamıştım ve yaptırmak da istemiyordum. Aşı pasaportu yeterli olur dediklerinde buna sevinmiştim. Üç aşısı olmayanlardan birçok ülke son 24 saat içinde yapılmış PCR testi istiyor. Almanya son 48 saatte yapılanı da kabul ediyor. Bir de Almanya FFP2 maskesini şart koşuyor.
Yeşil pasaportum olduğu için vize olayına hiç girmedim, bu konuda bir bilgim yok.
Uçak iniş yapıp aprona ayak bastığımda, göbekli siyahi bir güvenlik görevlisi gözüme çarptı. İzlediğim yabancı bir filmin karesi ya da platosunda gibiydim.
Uzun bir kuyruk oluşturduk biz uçaktan inenler. Oldukça güzel kadınların, yakışıklı genç adamların görev yaptığı gişelerde pasaport kontrolü yapılıyordu. Uzun uzun sorular, bilgisayarda işlemler…
Sıra bize gelince pasaportlarımız ve internetteki bilgilerimiz kontrol edildi. Sonra neden geldiğimizi sordular. Turistik amaçlı olduğunu buradan Prag’a geçeceğimizi söyledik. Neden direkt Prag’a gitmediğimizi sordu bu sefer de. Buraya ucuz uçuş olduğu için, gezi programını buradan başlattık dedik. Prag’a geçiş biletlerimizi kalacağımız hostel rezervasyonlarını sordular. Gösterdik. Damgayı vurup, giriş iznini vermeye karar verince bir oh çektik..
Burası küçük bir hava alanı. İnternette var, hemen priz bulup telefonlarımızı şarja taktık. Eylül Berlin’den gelecek bizi karşılamaya. Bekleme salonunda koltukları taradığımızda onu uyurken bulduk.
Sevinç çığlıkları, sarılmalar eşliğinde kavuştuk. Henüz gecenin üçü olduğu için hava alnında koltuklarda uyuduk. Çok sakin bir yer. Az insan var.
Sabah sıcak suyun aktığı tuvaletlerde, elimizi yüzümüzü yıkayıp, saçımızı başımızı düzeltip, valizleri kilitli dolaplara koyup çıktık dışarı.
Oldukça güzel bir hava vardı şansımıza. Google haritadan bakıp rotamızı belirlerdik. Yakınlarda büyük bir park görünüyordu. toplu taşıma ile 30 dakikada, yürüyerek 40 dakikada Altsadt bölgesine varabileceğimizi görünce, yürümeye karar verdik. Sonuçta kentin sokaklarını adımladığınızda ruhunu yakalama şansınız daha çok oluyor.
Yüz metre sonra parka vardığımızda, koca ormana “park” diyenler adına özür diledik. Burası Erlenbruch ya da Bruchwalder diye geçen bataklık ormanları. Sualtı kaynaklara yakın olduğu için sulak bir araziye sahip ormanda, çok yumuşak odunlu ağaçlar ve neme adapte olmuş bitkiler yaşıyormuş. Yani suyu bol ve kopan ağaç dalları ile ağaç gövdelerinin toprağa düşmesi nedeniyle bu ormana bataklık ormanı deniyormuş. Yoksa ortasında bulunan bir göl dışında ıslaklığı olmayan gayet güzel yürüme yollarına sahip bir yer.
Kuzukulağı, bataklık marigotları, sarı süsenler, papatyalar ve mevsimsel bir sürü çiçekle kaplı orman zemininde çok dikkat edilirse kediotu da bulmak da mümkünmüş.
Yeni yapraklanmış, sürgün yeşili ulu ağaçlar arasından sızan gün ışığı, göz banyosu yaptırırken, nefis kuş sesleri de kulak pasımızı siliyor. Hayran hayran yürürken, sabah koşusuna çıkan çiftler, köpeğini gezdirenler, bisiklet ve at ile dolaşan insanlar geçiyor yanımızdan. Sabahın sekizi bile değil henüz ama orman genç yaşlı insanlarla dolu. Gölün kenarında biraz oyalanıp, fotoğraf çektikten sonra devam ediyoruz yürümeye. İlk defa adım attığımız bir ülkede yan yanayız, mutluyuz.
Epey bir süre sonra şehrin bir caddesine geldik. Çiçek serası, anaokulu, derken evler başladı. Hayran hayran insanları, evleri, sokakları inceliyoruz. Sohbet ediyoruz. Geniş bahçeli büyük ve müstakil evlerden oluşan güzel bir mahalle.
Yeni bir parka giriyoruz, geniş düzlükleri, gölü, kocaman ağaçları ile burası da harika. Bir sürü insan var yine yürüyen, bisiklet süren ama en çok da köpekleri ile gezen. Gölün kenarına oturup, yanımızda getirdiğimiz yiyecekler ile kahvaltı yapıyoruz. Bu arada göle girip yüzen, birbirleri ile oynayan köpekleri izliyoruz.
Özellikle sahipleri ellerindeki ağaç dalını göle fırlatıyor ve köpeğini getirmesi için teşvik ediyor. Böylece suya girmek istemeyen köpeğin bile yüzmesini sağlıyorlar. Ne büyük bir keyif böyle bir alanın köpeklere ayrılmış olması. Evet burası köpeklerin tasmasız oynaması için ayrılmış bir bölüm. İnsanlar yürüyüp, koşuyor, bisiklete biniyor ama en çok da özgürce koşan köpekler ve sohbet eden sahipleri var.
Birisinin videosunu çekiyorum. Fark edince yanımıza geliyor. Telefon numarasını vererek videoyu kendisine de atmamızı rica ediyor. Tedirginliğim yerini keyfe bırakıyor. Ördekler yanımıza geliyor.
Yeniden yürümeye başlıyoruz semt semt, cadde cadde geziyoruz şehri. Yol üstünde kiliseden çıkan gelin ve damat, kapı önüne ihtiyacı olanlar alsın diye konulmuş çok yeni kitaplar, bahçesini düzenleyen insanlar… Şehir sakin ama ıssız değil. Yollar düz ayak, bir çok yerde bisiklet yolu ayrı. Şehir yaşlı, engelli, bebekli her türden insanın yardımsız sosyalleşeceği, ihtiyaçlarını gidereceği şekilde düzenlenmiş. Burada gönül rahatlığı ile şehir hayatına karışmak mümkün.
Yine dikkatimi çeken her taraf pırıl pırıl, çöp yok. Birçok sokak da köpek gezdirenler için plastik eldiven ve poşet odakları var. Köpeğiniz tuvaletini yaptığında hazırlıksız yakalanırsanız diye belediye bunları oluşturmuş. Sırf bu kadar çok evcil hayvan yaşadığı ve şehir hayatını evcil hayvanı ile yaşayanlara göre düzenledikleri için bile burada yaşayabilirim. Benim için çok büyük bir kriter.
Metroya, tramvaya, markete, parka ya da kafeye evcil hayvanınla girebilmek büyük özgürlük ve medeniyet göstergesi benim için.
Nürberg’de pek çok mimari eservar ama en öne çıkanı Kaiserburg Kalesi.
Kaleye varmadan önce Nürnberg’in ünlü şehir duvarları ile karşılaştık. 5 km uzunluğunda olup şu an 4 km’si ayakta olan surlar 12. ve 16. yy’da inşa edilmiş. Avrupa’daki en büyük surlar arasında yer aldığı ve 2. Dünya Savaşı’nda hasar gördüğü anlatılanlar arasında.
Bir kale topluluğu olan Kaiserburg, İmparatorluk Kalesi, Burggrave Kalesi ve İmparatorluk Şehrinin Kalesi olmak üzere üç bölümden oluşuyor. Şehrin yüksek bir noktasında olduğu için, manzarası, tüm şehrin gözler önüne seriyor. Masal gibi bir görüntü. İnanılmaz bir ortaçağ mimarisi olan kale, şehrin mimarisi ile bütünleşip doyulmaz bir seyir sunuyor.
Kale de 2. Dünya Savaşı’ndan nasibini almış ve batı kanadı dışında bir çok yeri hasar görmüş. Aslına uygun yeniden onarılmış. Kulesine içten merdivenle çıkılıyor ama ücretli. İçinde bir de müze var.
Kalenin diğer kapısından çıkıp sağa doğru yöneldiğinizde, şehrin meydanına varıyorsunuz. Pazar meydanı denilen bu alanda en göze çarpan Nürnberg Kilisesi. Tüm binalar tarihi ve mimari yapısıyla büyülüyor ama bu göğü delercesine yükselen katedral oldukça göz kamaştırıcı. Gotik tarzının en güzel örneklerinden, 14. yy’dan kalma bu kilise de 1948 yılından beri Noel Pazarı açılış seremonisi yapılmaktaymış.
Meydana yürürken geçtiğim her sokağı hayranlıkla izlerken, bu şehrin hiç mi çirkin bir sokağı yok diye düşünmeden edemiyorum.
Kafelerde bira içen Almanlar, meydandaki stantlardan karnını doyuran turistler. Meydanda neler yok ki. Hediyelik eşyalar, çiçek ve meyve stantları, buraya özgü zencefilli kek ve Nürnberg sosisi yapan satıcılar dolu etrafta. Bu arada hafiften başlamış olan yağmur, hızını artırmaya başlıyor. Bir yandan Nürnberg Kilisesi’nin çanları çalarken, yağmur ve rüzgardan kaçışan insanlar arasında biz de aldığımız yiyecekleri bir kenara çekilip yiyoruz. Benim yemek almak için gittiğim standın Türk çıkması, burada birçok Türk’e rastlamak mümkündür diyenleri haklı çıkarıyor. Hediyelik eşya dükkanından buraya özgü magnetimi alıp, bir pastaneye geçiyoruz kızlarımla. Alman fırını oldukça başarılı. Sıcak kahvelerimizle turtalarımızı yiyerek hem dinleniyor hem yağmurun kesilmesini bekliyoruz.
Altstadt’ı gezmeye devam ediyoruz. Kızım internet üzerinden bir pizzacıdan sihirli paket diye çevireceğim bir paket satın alıyor. Kalan ürünlerin oldukça uygun fiyata satıldığı bir paket. İçinden ne çıkacağı ise sürpriz. Bir yandan gezerken bir yandan pizzacıya doğru yol alıyoruz.
Saint Lorenz Kilisesi yine buranın en güzel mimari yapılarından biri. Önünde ünlü bir hamburger markasını protesto eden bir grup var. Hem onları hem yapıyı inceliyorum. 13. yy’da Kutsal Roma ve Germen imparatoru IV. Charles tarafından inşa ettirilmiş. Yapımının 200 yıl sürdüğünü öğrenince şaşkınlığa uğramıştım. Kilisede çok özel bir sanat koleksiyonu da bulunuyormuş.
Hemen yakınlardaki bir çeşme dikkatimi çekiyor. Yıllar önce okumak için geldiğim Ankara’da, Tandoğan meydanında bu Avrupa’daki çeşmelere benzer bir çeşme bulunurdu. Etrafında da oturma yerleri. Çok severdim orayı. Kız yurdunun tam karşısı idi. Yuvarlak bir kaide içinde heykellerden o yuvarlak havuzun içine sular akardı. Onu hatırlattı bana. Yıllar sonra Gökçek’in onu bir fincan ve çaydanlık heykeliyle yer değiştirmesinin acısını da.
Erdemle çeşmesiymiş adı. Üçü dini, üçü din dışı ve artı bir heykelle yedi erdemi temsil ediyormuş.
Pizzacının saati gelince, sürpriz paketimizi aldık. İçinden çıkan pizza çeşitleri ile karnımızı doyurduktan sonra hava alanına dönmek için metroya yürümeye başladık. Gitme zamanı yaklaşmıştı.
Sabahtan bu yana gördüklerimi şöyle bir düşündüm. Yemyeşil ve tertemiz bir şehir. Parklarda çocuk oyun alanları, bisiklet sürme yolları, köpek gezdirme alanları, masa tenisi, basketbol gibi spor aktivitelerini yapabilecekleri alanlar, kafeler, banklar, çim alanlarda oturma yerleri ile her yaş ve kesimden insanın dinlenip eğleneceği bir ortam oluşturulmuş. Renkli aktivite köşeleri, çocuklarını gezdiren babalar, bisikletin arkasına taktığı sepet ile bisiklet süren aileler. Ne kendileri hayatın dışında kalıyor ne çocukları. Kimse birbiri için hayatını ertelemiyor.
İster istemez bizim parklarımız, çocuklarını büyütürken bırak kendine zaman ayırmayı, onlarla oynamaya vakit bulamayan annelerimiz, çocuğunun birçok gelişimini kaçıran, eve yorgun gelen babalarımız geldi aklıma. Tüm gün çalışıp akşam yorgun argın geçirilen bir iki saatten sonra uyunan uykular ve sabah yeniden başlayan aynı tempo. Koşan yorgun ebeveynler. Buranın bisiklet süren yaşlılarını bizim halk ekmek kuyruğunda hala haline şükreden yaşlılarımızla hiç ama hiç kıyaslamadım bile. Biz dedim hayatta kalma çabası içinde debelenirken, buradaki insan yaşıyor. Bizim ki yaşamak değil sadece nefes alıp mideyi doldurmak.
Gezdiğim üç ülke ve beş şehirde gördüğüm en güzel özellikler, hepsinin mutlaka ortasından bir ya da iki nehir geçmesi. Böylece üzerinden yürüdüğümüz şık köprülere sahip olması. Diğeri mutlaka meydanlarının olması. İnsanların sosyalleşip, dinlendiği, çeşitli sanatçıların gösteriler yaptığı, şarkılar söylediği müzik aleti çaldığı cıvıl cıvıl meydanlar.
Hava alanına bu düşünceler içinde geri dönüp valizlerimizi aldık. Tekrar merkeze inip otobüs durağına vardık. Flixbus’dan aldığımız biletlerizle, Çek Cumhuriyetine yani Çekya’nın başkenti Prag’a geçeceğiz. Konforlu, ferah otobüsler, dolu olmadığı için hepimiz ayrı yerlere oturup, rahatça uyuma şansını da yakaladık.
Gece 11 gibi Prag’a varıp hostelimize yerleşene kadar dinlendirici bir uyku çektik.
27.Nisan.2024 22:58, I Güncelleme:27 Nisan 2024 22:58
Çocukken bir merdiven altı, iki evin arasındaki boşluk, bahçe duvarının yanı, büyük bir ağacın gövdesi hayali oyunlarımızın mekanı oluverirdi.
Kömürlüğün çatısı, verandanın altındaki boşluk hem kedilerin hem bizim oyun ve saklanma alanımız olurdu. Minik minik evler, sırt sırta vermiş odalar. Penceresinden içeriyi görebildiğimiz komşu evleri.
Önü sardunyalı, biraz yüksek pencereli evlerin bile çok başka gözüktüğü o çocukluk yılları. Çoğunlukla birbirine çıkan, bazı yerlerde merdivenle birbirine bağlanan dar sokalar. O sokaklarda evlerin gölgesinde oynanan oyunlar.
Horoz ötüşü, köpek havlamaları, kedi kavgaları çocuk seslerine, çocuk sesleri satıcıların seslerine karışırdı. Sadece evlerin değil bahçelerin duvarları da yaslanırdı birbirlerine. Hatta meyve ağaçlarının birbirine sarılmış kolları, hangisi hangi evin belli olmayan dalları yüzünden kavgalar çıkardı.
Domino taşı gibi dizili evlerden taşan türküler ile öylesine canlıydı ki mahalleler. Ve güvenli.
“Neşeeee hadi artık gelmiyor musun? Bizim bahçede oyuna başlıyoruz.”
“Annem iş bitmeden bırakmıyor, siz gidin başlayın ben sonra gelirim.” Gülizar ve Türkan ile koşarak bahçeye indiler. Kürtlerin kızı da gelmişti kardeşiyle, Sarı Emine’nin torunu da. Pek mızıkçıydı bu kız gelmese daha iyiydi. En çok Neşe ile Gülizar’ı severdi. Gülizar esmer tombul bir kızdı, Neşe kırılacak gibi duran zayıf, sessiz nahif bir kız. Bugün bahçeyi bölecek, her birine bir ev sayılacak, bebeklerini alıp komşuculuk oynayacaklardı. Evden getirdikleri malzemeler ile yemekler yapacak, birbirlerine ikram edeceklerdi. Hava ip atlamak ya da saklambaç için çok sıcaktı. Akşam üstü oynarlardı onları da.
O toprak bahçeyi süpürmek, sıcacık toprağa yalın ayak basmak…Ne güzeldi…İçimi çektim yıkık evlere bakarken.
Bugün Ulus’ta Anafartalar Caddesi İle Denizciler Caddesi arasında kalan, tarihi Şengül Hamamı’nın da bulunduğu, şimdiki adı İstiklal Mahallesi olan Yahudi mahallesini geziyorum. Anılarım canlandı. İstanbul’un bir zamanlar gecekondu mahallesi olan, şimdilerde rantçılarının ağzını sulandıran Okmeydanı’nda ki sokaklarımıza benziyordu sokaklar.
Her an bir köşeden, bir komşu, bir ağaç, bir oyun arkadaşım fırlayacakmış gibi heyecanla gezindim. Kedilerin sesi aynı, küçük kapılar ve pencereler aynı, sırt sırta vermiş zorlukla ayakta duran evler de benzerdi. Elbette buralar biraz konak tarzıydı ama samimi havası bizim mahalle gibiydi. Çocuklar böyle mahallelerde yetişmeli.
Virane olmuş her yer. Hala yaşayanlar varmış. Birçok ev oda oda kiraya verildiği için birkaç aileyi barındırıyormuş. Keşke restore edilse de bu tarihi mahalle ve evler kent hayatına katılsa yeniden diye düşündüm. Tabi ki aslına uygun olarak. Hamamönü gibi tektipleştirilmeden.
Mahalle sakini Vahide hanım anlattı mahalleyi bize. 28 yıl olmuş Şengül Hamamı’nda çalışıyormuş. Doğma büyüme buralıymış. Burada gelin olmuş, çocuklarını burada büyütmüş. 30’lardan sonra Yahudiler yerini Türklere bırakmaya başlamış. 70’de geldiklerinde sadece iki Yahudi komşuları varmış, onlarda ölünce kimse kalmamış mahallede ama adı Yahudi Mahallesi olarak kalmış. Sinagogları hala burada, özel günlerde açılıp ayinlere ev sahipliği yapıyormuş, sene de bir kaç kere.
“Sadece kendi cemaatlerine açık olduğu için içini bizler hiç görmedik.” diyor Vahide Hanım. “Bugünler de pek revaçta, gruplar gelip mahalleyi geziyorlar, hatta Turizm Bakanı yeni uğradı mahalleye, projeleri olduğunu, söyledi.”
Doğrusu sevindim duyduklarıma. Bu kadar merkezi bir yerin kent kültürüne yeniden katılması yerinde bir hareket olur. Özellikle tarihi dokusu korunarak. Eskiden sanatçılar, kalbur üstü insanlar otururmuş mahallede. Biraz araştırınca ben de şu bilgilere ulaştım.
Mahalleye adını veren Musevi vatandaşların varlıkları M.Ö 1. yüzyıla kadar dayanmakta. Babil göçleri sırasında gelen Yahudilere 1492’de İspanya ve 1947’de Portekiz’den Osmanlı topraklarına göç eden Sefarad Yahudileri ekleniyor.
Osmanlı Dönemi’nde diğer birçok Osmanlı şehri gibi Ermeni, Rum ve Yahudi gibi Gayrimüslümlerin bir arada olduğu, sinagog ve mescitlerin birbirine yakın mesafelerde bulunduğu, çok kültürlü bir mahalle profili var burada.
Mahallenin mimari yapısı da çok önemli. Genellikle konut olarak geç Osmanlı dönemi özellikleri barındırıyor. Evler tek ya da iki katlı, iç sofalı ve cumbalı tasarlanmış. Ahşap tavan, dıştan kırma çatı ile örtü sistemi oluşturulmuş. Ana malzeme taş, tuğla, kerpiç ve ahşap.
Ankara’nın önemli bir kültür mirasıdır bu mahalle. Sokak dokusu ve elemanları, geleneksel konutları, Sinagog, Cami ve Mescit gibi anıtsal yapıları, hamamı ile dönemin sosyal, kültürel ve fiziksel özelliklerini yansıtır. Bu kayıp tarihin bir an önce sahip çıkılarak korunmaya alınması gerekli.
Bugün kaybolmuş çerçici esnaflığı, attarlık esnaflığı, billurculuk, yaymacılık ve duhacı esnaflığı gibi çeşitli işlerle meşgul olan Yahudiler, 1916 yılındaki büyük yangından da etkilenmişler.
Halen faaliyet gösteren Şengül Hamamı’nda mahalle düğünleri, milli ve dini bayram kutlamaları yapılan cıvıl cıvıl bir yermiş. Mahallede bir gece Yasef Ruso’nun evinde kalan Atatürk mahallede kalanların en ünlüsü. Abisini görmeye gelen Makbule Hanım da burada misafir edilmiş. Bir dönem burada yaşamışlar arasında Sabri Çağlayangil, Ali Çetinkaya, Tunalı Hilmi, Eyüp Sabri Tuncerler gibi birçok önemli isim bulunmakta.
Gündüzleri bir itriyatçıda çalışan, geceleri Bomonti Gazinosunda sahne alan şarkıcı Dario Moreno da bu mahallede iki yıl yaşamış. Belgeselde iki günlüğüne geldiğim Ankara’da iki yıl yaşadım diyor.
Belgeselin adı “Hermana”. bir dönem orada yaşamış Musevi vatandaşlarla röportajlar, sözlü tarih ve onların sunduğu fotoğraf, video ve belgelerden oluşuyor. Bu bağlantıyı tıklayarak daha fazla bilgi alabilirsiniz. https://www.avlaremoz.com/2017/03/15/ankaradaki-yahudi-mahallesi-hamamonu-gibi-olmamali-serdar-korucu/
Bir başka önemli kaynak da mahalle sakini Beki Bahar’ın “Efsaneden Tarihe Ankara Yahudileri” adlı kitabı.
Bu arada 30’lar da Yenişehir tarafına doğru gelişen şehirle birlikte insanlar oraya taşınmaya başlar. Kavaklıdere’ye kadar uzanır bu yayılma. Hatta Tunalı Hilmi’de bir apartman girişi sinagoga çevrilir.
Daha sonra İstanbul’a İsrail’e göçlerle Ankara adeta boşalır.
Mahalleyi gezerken Sinagog kilitli ve yüksek duvarların ardına saklı bir halde duruyordu. Bahçesini dahi göremedik sadece Sinagogun tam karşısında oldukça sağlam ve gösterişli duran iki evden, restore edilmiş olanın merdivenlerine çıkınca çatısını ve binayı kısmen gördük. Bu iki binadan restore edilen Bonumo Araf’a ait, hemen bitişiğindeki ikiz yapıda Haymacı Albukrek’e ait evlermiş. Araf binası restore edilmiş oldukça güzeldi. Albukrek ise “inşaat alanı dikkatli olun” yazısıyla restore edilmeye başlandığı imajını veriyordu. Üç katlı, cumbalı bu evleri Sinagogu yenileyen mimar tarafından 1904 te yapıldığı söyleniyor.
Biraz inceleme, biraz fotoğraf çekimi, biraz sohbet, bolca hüzün ve duygulanma ile geziyi bitirdik. Bu kadar dibimizdeki bir tarihi dokunun varlığını Kültüryolu Festivali ile duymuş ve araştırıp gelmiştik. Bir Festival etkinliği olarak dolaşılmış buralar. Ama ben programı çok sadık şekilde takip edemedim. Yine de çok yararlandım. Yeni hedefim “Kelime Müzesi”.
Yaşadığım kenti, tarihiyle tanımak, keşfetmek çok keyif verici. Yeni bilgiler öğrenmek, kentin dokusuna karışmak heyecan verici. Bir dolmuş mesafesi kadar inanın, sadece zaman ayırın, hayatınıza bu pencereyi açın, hepsi bu. Giyin rahat ayakkabılarınızı adımlayın sokakları.
26.Mart.2024 23:43, I Güncelleme:26 Mart 2024 23:43
Ankara son yıllarda müze açısından çok zenginleşti. Özellikle Ulus ve civarında buram buram tarih kokan mekanlar, birbirinden güzel müzeler var. İlk Meclis ve İkinci Meclis binaları, PTT pul müzesi, İş Bankası İktisadi Bağımsızlık Müzesi ve tabi ki Kale’ye doğru çıkarken yıllardır orada olan Anadolu Medeniyetleri Müzesi.
Kale’ye doğru çıkmaya devam ederseniz Erimtan Arkeoloji ve Sanat Müzesi ile Türkpusat Müzesi sizi karşılar. Şimdilerde bunlara bir de Şermin Yaşar’ın kurduğu “Kelime Müzesi” eklendi.
Ve en tepede; binasıyla, içindekilerle sizi kendine hayran bırakacak Rahmi Koç Oyuncak Müzesi…
Daha önce Cunda Adasında Koçların başka bir müzesini gezmiştim. Ama bu ondan çok daha büyük ve kapsamlı. Bu kadar çok şey nasıl böylesine güzel ve ilgi çekici bir şekilde düzenlenmişti? Oyuncakların çeşitliliği, bebek arabaları, otomobiller, hava taşıtları, maketler, ev eşyaları, Kale’nin sokakları…Kocaman, renkli bir dünya.
Ankara’nın ilk ve tek sanayi temalı müzesinde ulaşım, sanayi, iletişim objelerinin yanında, interaktif sergiler de yer alıyor. Bir kısmında Ankara ve Mustafa Kemal Atatürk ile ilgili objeler sergileniyor.
Müze Çengelhan ve Safranhan olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Vehbi Koç’un çalıştığı ilk dükkandan el sanatları atölyelerine, depolardan eczaneye kadar çok sayıda ayrı bölüm var. Sergi salonları, organizasyon ve eğitim alanlarının yanı sıra bir kafe ve iki tane de restoranla beraber, 19 odalı da butik otel bulunuyor.
Beş yüz yıl önce yapılmış Çengelhan, dönemin dört büyük hanından biriymiş. 2003 2005 yılları arasında aslına uygun olarak sağlamlaştırılarak restore edilmiş.
Safranhan 1511 yılında dönemin tipik bir kervansarayı olarak inşa edilmiş. Bir ara depo ve cezaevi olarak da kullanılan yapı, 2012 de Rahmi Koç Vakfı tarafından satın alınarak, restore edilerek 2016 yılında müzenin devamı olarak yapıya katılmış.
Müzede şu bölümler bulunmakta: Atatürk ve Ankara (Ulu önderimizin kıymetli eşyaları)
Rahmi Koç Galerisi (madalyalar, plaketler ve tüm hediyeler)
Karayolu ulaşımı (1800’lerden günümüze yolculuk)
Raylı ulaşım (Demiryolu ulaşımının gelişimi)
Denizcilik (ulaşımın denizdeki değişimi)
Havacılık (havada süzülenlerin tarihi)
Esnaf sokağı (Esnaf kollarının canlandırmaları)
Makineler (Buharlı ve dizel motorlar)
İletişim (en eski haberleşme araçları)
Bilimsel aletler (Bilim tarihindeki koleksiyonlar)
Bebek evleri (19. ve 21. yy arasındaki ev modellemeleri)
Amerikan Koleksiyonu (Amerikan üretim objeleri)
Tarım (geçmiş zamanda tarım)
Tıp ve Eczacılık (Tıbbın gelişim süreci)
Matbaacılık (Eski basım teknikleri)
Oyuncaklar (Tarihin en eski oyuncakları)
Günlük Yaşam (Hayata dair günlük eşyalar)
İsmail Atsürer’in el emeği gemi ve tren modellerinin sergilendiği İsmail Amca Atölyesi, Ali Rıza Eczanesi müzenin ilginç bölümlerinden.
Müzenin resepsiyon bölümünün tam karşısında bir dükkanda, oyuncak arabalar, kartpostallar ve anahtarlıklar, ev için süs eşyaları, nazarlıklar, takılar satın alabiliyorsunuz.
Müze kartın geçmediğini de anımsatayım .
Müzeyi sanal olarak gezmek isterseniz linki tıklayabilirsiniz.
ttp://www.rmk-museum.org.tr/ankara/ziyaret-plani/google-sokak-gorunumu
18.Mart.2024 10:43, I Güncelleme:18 Mart 2024 10:43
Ankara’nın Nallıhan ilçesi, keşfedilmeye hazır cennet köşelerle dolu. Benim ilk keşfim, Uyuz suyu Şelalesi idi. Bir dere yatağını kısa bir yürüyüşle aşıp geldiğimiz noktada, masal kitabından fırlamış gibi bir şelale belirmişti önümde. Özellikle suyun bol aktığı bir zamanda giderseniz tadından yenmez.
Ama yazının konusu bu değil. Nallıhan’ın bir başka cennet köşesi, sanki uzayda bir yerde geziniyormuş hissi veren, Gökkuşağı tepeleri olarak da adlandırılan “Kız Tepesi”.
Nallıhan Kız Tepesi Tabiat Anıtı, Davutoğlan Köyü sınırları içinde yer alan 542 hektar büyüklüğünde alanı kapsayan Kuş Cenneti’nin hemen arkasında insanı büyüleyen bir manzara oluşturuyor.
10 milyon yıl önce oluşan Kız Tepesi Tabiat Anıtı, kırmızı, kahverengi, gri, sarı, yeşil tonlara sahip toprak yapısıyla, insanı kendine hayran bırakan bir görsel şölen sunuyor.
Her mevsim barındırdığı kuş topluluklarıyla, jeolojik değeriyle, doğa fotoğrafçılarına ve kuş gözlemcilerine ideal ortam sunarken, hemen arka tarafında yükselen 10 milyon yıllık rengarenk tepeler göz kamaştırıyor.
Konuyla ilgili uzmanlar burada yerli yabancı birçok araştırmacının bilimsel çalışmalar yaptığını, kahverengi-kırmızı tonların demir elementinin oksitlenmesi ve oluşturduğu minerallerin etkisi ile meydana geldiğini söylüyorlar.
Çin, Peru, Arjantin ve Amerika’da rastlanan bu oluşum, 2019 yılında tescillenerek koruma altına alınmış. Keşke yürüyüş rotaları, parkurlar, tabelalar ve düzenlemeler ile daha profesyonel olarak turizme açılsa, oldukça potansiyeli olan bir yer.
Ankara’ya 140 km mesafede bulunan bölge, yakınlarında bulunan pirinç tarlaları ve Karaköy gibi tarihi Ankara evleri ile dolu köyleriyle, Beypazarı’na yakın oluşu ile konaklamalı gezilere dahi müsait durumda. Dolu dolu bir gün ya da iki gün geçirilebilir.
Yağmurlu havada ya da yağmurun daha yeni yağdığı bir zamanda sakın yürümeye kalkışmayın. Balçık şeklini alan yumuşak toprak; oldukça kaygan oluyor: Yine çok sıcak havalarda da yürümenizi tavsiye etmem Kız Tepesi’nde. Hiç bir ağaç ya da gölgelik olmadığı için güneş tepenizde 7 ila 12 km’yi bulan yürüyüşü yapmak oldukça zor olacaktır. Bahar ayları, kuru zamanlar, 19-20 derece sıcaklık çok ideal olacak bu nedenle.
Biz bu pazar, rüzgar nedeniyle, 7 km kadar yürüdük içinde. Sonra araba ile Akçabayır köyünü dolanıp; Angut kuşu, balıkçıl gibi çeşitli kuşlar sağımızda, Kız Tepesi’nin eşsiz görüntüsü solumuzda yolumuza devam ettik. Zemini tahta, oldukça eski bir demir köprüden arabayla geçmek, henüz ekilmemiş pirinç tarlalarını dolaşmak ve tesadüfen uğradığımız, evlerine, sokaklarına hayran kaldığımız Karaköy’ü keşfetmek oldukça hoştu.
Karaköy’ü gezerken Bursa’da ki Cumalıkızık Köyünde gibi hissettim bir an. Bazıları bakımlı, bazıları bakımsız eski evleri ile yine bambaşka bir köşe. Bir saat önce Mars’ın yüzeyinde gibiydik. Buradaysa eski zamanlarda bir köyde.
Köy oldukça büyük, birçok hane var. Çoğu Alamancı olduğu için, bir çok ev oldukça bakımlı. Arada kapısına kilit vurulmuş eski evler de var. Ve sokağında çok güzel kedileri.