DOLAR 34,0092 0.33%
EURO 37,8650 0.69%
ALTIN 2.821,000,41
BITCOIN 1992243-1,92%
İstanbul
22°

PARÇALI AZ BULUTLU

02:00

İMSAK'A KALAN SÜRE

Gezi Notları: 1. GÜN/ NÜRNBERG’E VARIŞ
203 okunma

Gezi Notları: 1. GÜN/ NÜRNBERG’E VARIŞ

27.Mayıs.2024 10:34, I Güncelleme:27 Mayıs 2024 10:40

Gezi Notları: 1. GÜN/ NÜRNBERG’E VARIŞ

Yayınlama:27.05.2024 10:34,

Güncelleme:27 Mayıs 2024 10:40

Çocukluğumda Almanya demek, amcam ve halam demekti. Bir zaman sonra da çok özlediğim ablam…
Parlak sarı renkli kahve fincanları, çikolata ve otomobil demekti.

Alamancılar, çoluk çocuk, arabaları ile kara yolundan gelirlerdi. Bambaşka gelirdi onlarla ilgili her şey. Anlattıklarını heyecanla dinler, getirdikleri her eşyayı dikkatle incelerdim. Nasıl bir şeydi ki bu gevur elleri.

70’li yılların sonu, halamın cam cezveyi tüpün üstüne koyup sütü pişirişini hayretle izlemiş, camın patlamasını korkuyla beklemiştim. Patlamaz dedi halam. Almanlar yapmış, ateşe dayanıklıymış.

En çok Hanuta’nın tadını unutamadım. Dünyada daha lezzetli bir şey var mıydı acaba? Gofret arası fındıklı çikolata. O zaman bizim ellerde pek bulunmayan bir şey. Arada sokaktan geçen seyyar satıcıdan aldığımız ‘gavut’ dediğimiz leblebi tozu ile pamuk şekerini saymazsak pek abur cubur yiyemezdik. Çünkü yoktu. Belki şeker bayramı o nedenle çok özel ve güzel gelirdi bize. Düşünsenize çeşit çeşit şekerlerimiz olur, uzun süre topladığımız o şekerleri yerdik. Kıymetli anlardı şimdi kıymetli anılara dönüştü.

Bunlar nereden mi geldi aklıma? Yurdumun birçok efsane köşesini gezmiş olan ben, Almanya’ya ilk yurt dışı seyehatimi gerçekleştiriyorum. (yaklaşık iki yıl önceydi, kısmetsebu temmuz yeniden gidiyorum.)

Küçükken elinden tutup gezdirdiğim kızım, şimdi beni Avrupa’da üç ülke, beş şehir gezdirecek bir program yapmış. İki aydır oradaydı ve onu çok özlemiştim. Yanımdaki evladımı alıp gurbetteki evladıma doğru uçuşa geçtim.

Şehrin ışıkları göründüğünde, gecenin ikisi idi. Işıl ışıl şehre bakarken, heyecanım daha da arttı. Sanki uzaya çıkıyormuş gibi farklı bir duygu vardı içimde. Çemberin dışına adım atıyor, konfor alanımın uzağında beni nelerin beklediğini bilmediğim bir maceraya atılmıştım.

Pandemi yasakları yeni kalkmış, işin içinde belirsizlikler olunca, sınır kapısında sorun çıkar mı endişesi taşıyordum. PCR testi hiç yaptırmamıştım ve yaptırmak da istemiyordum. Aşı pasaportu yeterli olur dediklerinde buna sevinmiştim. Üç aşısı olmayanlardan birçok ülke son 24 saat içinde yapılmış PCR testi istiyor. Almanya son 48 saatte yapılanı da kabul ediyor. Bir de Almanya FFP2 maskesini şart koşuyor.
Yeşil pasaportum olduğu için vize olayına hiç girmedim, bu konuda bir bilgim yok.

Uçak iniş yapıp aprona ayak bastığımda, göbekli siyahi bir güvenlik görevlisi gözüme çarptı. İzlediğim yabancı bir filmin karesi ya da platosunda gibiydim.
Uzun bir kuyruk oluşturduk biz uçaktan inenler. Oldukça güzel kadınların, yakışıklı genç adamların görev yaptığı gişelerde pasaport kontrolü yapılıyordu. Uzun uzun sorular, bilgisayarda işlemler…

Sıra bize gelince pasaportlarımız ve internetteki bilgilerimiz kontrol edildi. Sonra neden geldiğimizi sordular. Turistik amaçlı olduğunu buradan Prag’a geçeceğimizi söyledik. Neden direkt Prag’a gitmediğimizi sordu bu sefer de. Buraya ucuz uçuş olduğu için, gezi programını buradan başlattık dedik. Prag’a geçiş biletlerimizi kalacağımız hostel rezervasyonlarını sordular. Gösterdik. Damgayı vurup, giriş iznini vermeye karar verince bir oh çektik..
Burası küçük bir hava alanı. İnternette var, hemen priz bulup telefonlarımızı şarja taktık. Eylül Berlin’den gelecek bizi karşılamaya. Bekleme salonunda koltukları taradığımızda onu uyurken bulduk.

Sevinç çığlıkları, sarılmalar eşliğinde kavuştuk. Henüz gecenin üçü olduğu için hava alnında koltuklarda uyuduk. Çok sakin bir yer. Az insan var.
Sabah sıcak suyun aktığı tuvaletlerde, elimizi yüzümüzü yıkayıp, saçımızı başımızı düzeltip, valizleri kilitli dolaplara koyup çıktık dışarı.

Oldukça güzel bir hava vardı şansımıza. Google haritadan bakıp rotamızı belirlerdik. Yakınlarda büyük bir park görünüyordu. toplu taşıma ile 30 dakikada, yürüyerek 40 dakikada Altsadt bölgesine varabileceğimizi görünce, yürümeye karar verdik. Sonuçta kentin sokaklarını adımladığınızda ruhunu yakalama şansınız daha çok oluyor.

Yüz metre sonra parka vardığımızda, koca ormana “park” diyenler adına özür diledik. Burası Erlenbruch ya da Bruchwalder diye geçen bataklık ormanları. Sualtı kaynaklara yakın olduğu için sulak bir araziye sahip ormanda, çok yumuşak odunlu ağaçlar ve neme adapte olmuş bitkiler yaşıyormuş. Yani suyu bol ve kopan ağaç dalları ile ağaç gövdelerinin toprağa düşmesi nedeniyle bu ormana bataklık ormanı deniyormuş. Yoksa ortasında bulunan bir göl dışında ıslaklığı olmayan gayet güzel yürüme yollarına sahip bir yer.

Kuzukulağı, bataklık marigotları, sarı süsenler, papatyalar ve mevsimsel bir sürü çiçekle kaplı orman zemininde çok dikkat edilirse kediotu da bulmak da mümkünmüş.

Yeni yapraklanmış, sürgün yeşili ulu ağaçlar arasından sızan gün ışığı, göz banyosu yaptırırken, nefis kuş sesleri de kulak pasımızı siliyor. Hayran hayran yürürken, sabah koşusuna çıkan çiftler, köpeğini gezdirenler, bisiklet ve at ile dolaşan insanlar geçiyor yanımızdan. Sabahın sekizi bile değil henüz ama orman genç yaşlı insanlarla dolu. Gölün kenarında biraz oyalanıp, fotoğraf çektikten sonra devam ediyoruz yürümeye. İlk defa adım attığımız bir ülkede yan yanayız, mutluyuz.

Epey bir süre sonra şehrin bir caddesine geldik. Çiçek serası, anaokulu, derken evler başladı. Hayran hayran insanları, evleri, sokakları inceliyoruz. Sohbet ediyoruz. Geniş bahçeli büyük ve müstakil evlerden oluşan güzel bir mahalle.
Yeni bir parka giriyoruz, geniş düzlükleri, gölü, kocaman ağaçları ile burası da harika. Bir sürü insan var yine yürüyen, bisiklet süren ama en çok da köpekleri ile gezen. Gölün kenarına oturup, yanımızda getirdiğimiz yiyecekler ile kahvaltı yapıyoruz. Bu arada göle girip yüzen, birbirleri ile oynayan köpekleri izliyoruz.

Özellikle sahipleri ellerindeki ağaç dalını göle fırlatıyor ve köpeğini getirmesi için teşvik ediyor. Böylece suya girmek istemeyen köpeğin bile yüzmesini sağlıyorlar. Ne büyük bir keyif böyle bir alanın köpeklere ayrılmış olması. Evet burası köpeklerin tasmasız oynaması için ayrılmış bir bölüm. İnsanlar yürüyüp, koşuyor, bisiklete biniyor ama en çok da özgürce koşan köpekler ve sohbet eden sahipleri var.

Birisinin videosunu çekiyorum. Fark edince yanımıza geliyor. Telefon numarasını vererek videoyu kendisine de atmamızı rica ediyor. Tedirginliğim yerini keyfe bırakıyor. Ördekler yanımıza geliyor.
Yeniden yürümeye başlıyoruz semt semt, cadde cadde geziyoruz şehri. Yol üstünde kiliseden çıkan gelin ve damat, kapı önüne ihtiyacı olanlar alsın diye konulmuş çok yeni kitaplar, bahçesini düzenleyen insanlar… Şehir sakin ama ıssız değil. Yollar düz ayak, bir çok yerde bisiklet yolu ayrı. Şehir yaşlı, engelli, bebekli her türden insanın yardımsız sosyalleşeceği, ihtiyaçlarını gidereceği şekilde düzenlenmiş. Burada gönül rahatlığı ile şehir hayatına karışmak mümkün.
Yine dikkatimi çeken her taraf pırıl pırıl, çöp yok. Birçok sokak da köpek gezdirenler için plastik eldiven ve poşet odakları var. Köpeğiniz tuvaletini yaptığında hazırlıksız yakalanırsanız diye belediye bunları oluşturmuş. Sırf bu kadar çok evcil hayvan yaşadığı ve şehir hayatını evcil hayvanı ile yaşayanlara göre düzenledikleri için bile burada yaşayabilirim. Benim için çok büyük bir kriter.

Metroya, tramvaya, markete, parka ya da kafeye evcil hayvanınla girebilmek büyük özgürlük ve medeniyet göstergesi benim için.
Nürberg’de pek çok mimari eservar ama en öne çıkanı Kaiserburg Kalesi.

Kaleye varmadan önce Nürnberg’in ünlü şehir duvarları ile karşılaştık. 5 km uzunluğunda olup şu an 4 km’si ayakta olan surlar 12. ve 16. yy’da inşa edilmiş. Avrupa’daki en büyük surlar arasında yer aldığı ve 2. Dünya Savaşı’nda hasar gördüğü anlatılanlar arasında.

Bir kale topluluğu olan Kaiserburg, İmparatorluk Kalesi, Burggrave Kalesi ve İmparatorluk Şehrinin Kalesi olmak üzere üç bölümden oluşuyor. Şehrin yüksek bir noktasında olduğu için, manzarası, tüm şehrin gözler önüne seriyor. Masal gibi bir görüntü. İnanılmaz bir ortaçağ mimarisi olan kale, şehrin mimarisi ile bütünleşip doyulmaz bir seyir sunuyor.

Kale de 2. Dünya Savaşı’ndan nasibini almış ve batı kanadı dışında bir çok yeri hasar görmüş. Aslına uygun yeniden onarılmış. Kulesine içten merdivenle çıkılıyor ama ücretli. İçinde bir de müze var.

Kalenin diğer kapısından çıkıp sağa doğru yöneldiğinizde, şehrin meydanına varıyorsunuz. Pazar meydanı denilen bu alanda en göze çarpan Nürnberg Kilisesi. Tüm binalar tarihi ve mimari yapısıyla büyülüyor ama bu göğü delercesine yükselen katedral oldukça göz kamaştırıcı. Gotik tarzının en güzel örneklerinden, 14. yy’dan kalma bu kilise de 1948 yılından beri Noel Pazarı açılış seremonisi yapılmaktaymış.

Meydana yürürken geçtiğim her sokağı hayranlıkla izlerken, bu şehrin hiç mi çirkin bir sokağı yok diye düşünmeden edemiyorum.

Kafelerde bira içen Almanlar, meydandaki stantlardan karnını doyuran turistler. Meydanda neler yok ki. Hediyelik eşyalar, çiçek ve meyve stantları, buraya özgü zencefilli kek ve Nürnberg sosisi yapan satıcılar dolu etrafta. Bu arada hafiften başlamış olan yağmur, hızını artırmaya başlıyor. Bir yandan Nürnberg Kilisesi’nin çanları çalarken, yağmur ve rüzgardan kaçışan insanlar arasında biz de aldığımız yiyecekleri bir kenara çekilip yiyoruz. Benim yemek almak için gittiğim standın Türk çıkması, burada birçok Türk’e rastlamak mümkündür diyenleri haklı çıkarıyor. Hediyelik eşya dükkanından buraya özgü magnetimi alıp, bir pastaneye geçiyoruz kızlarımla. Alman fırını oldukça başarılı. Sıcak kahvelerimizle turtalarımızı yiyerek hem dinleniyor hem yağmurun kesilmesini bekliyoruz.

Altstadt’ı gezmeye devam ediyoruz. Kızım internet üzerinden bir pizzacıdan sihirli paket diye çevireceğim bir paket satın alıyor. Kalan ürünlerin oldukça uygun fiyata satıldığı bir paket. İçinden ne çıkacağı ise sürpriz. Bir yandan gezerken bir yandan pizzacıya doğru yol alıyoruz.

Saint Lorenz Kilisesi yine buranın en güzel mimari yapılarından biri. Önünde ünlü bir hamburger markasını protesto eden bir grup var. Hem onları hem yapıyı inceliyorum. 13. yy’da Kutsal Roma ve Germen imparatoru IV. Charles tarafından inşa ettirilmiş. Yapımının 200 yıl sürdüğünü öğrenince şaşkınlığa uğramıştım. Kilisede çok özel bir sanat koleksiyonu da bulunuyormuş.

Hemen yakınlardaki bir çeşme dikkatimi çekiyor. Yıllar önce okumak için geldiğim Ankara’da, Tandoğan meydanında bu Avrupa’daki çeşmelere benzer bir çeşme bulunurdu. Etrafında da oturma yerleri. Çok severdim orayı. Kız yurdunun tam karşısı idi. Yuvarlak bir kaide içinde heykellerden o yuvarlak havuzun içine sular akardı. Onu hatırlattı bana. Yıllar sonra Gökçek’in onu bir fincan ve çaydanlık heykeliyle yer değiştirmesinin acısını da.

Erdemle çeşmesiymiş adı. Üçü dini, üçü din dışı ve artı bir heykelle yedi erdemi temsil ediyormuş.

Pizzacının saati gelince, sürpriz paketimizi aldık. İçinden çıkan pizza çeşitleri ile karnımızı doyurduktan sonra hava alanına dönmek için metroya yürümeye başladık. Gitme zamanı yaklaşmıştı.

Sabahtan bu yana gördüklerimi şöyle bir düşündüm. Yemyeşil ve tertemiz bir şehir. Parklarda çocuk oyun alanları, bisiklet sürme yolları, köpek gezdirme alanları, masa tenisi, basketbol gibi spor aktivitelerini yapabilecekleri alanlar, kafeler, banklar, çim alanlarda oturma yerleri ile her yaş ve kesimden insanın dinlenip eğleneceği bir ortam oluşturulmuş. Renkli aktivite köşeleri, çocuklarını gezdiren babalar, bisikletin arkasına taktığı sepet ile bisiklet süren aileler. Ne kendileri hayatın dışında kalıyor ne çocukları. Kimse birbiri için hayatını ertelemiyor.

İster istemez bizim parklarımız, çocuklarını büyütürken bırak kendine zaman ayırmayı, onlarla oynamaya vakit bulamayan annelerimiz, çocuğunun birçok gelişimini kaçıran, eve yorgun gelen babalarımız geldi aklıma. Tüm gün çalışıp akşam yorgun argın geçirilen bir iki saatten sonra uyunan uykular ve sabah yeniden başlayan aynı tempo. Koşan yorgun ebeveynler. Buranın bisiklet süren yaşlılarını bizim halk ekmek kuyruğunda hala haline şükreden yaşlılarımızla hiç ama hiç kıyaslamadım bile. Biz dedim hayatta kalma çabası içinde debelenirken, buradaki insan yaşıyor. Bizim ki yaşamak değil sadece nefes alıp mideyi doldurmak.

Gezdiğim üç ülke ve beş şehirde gördüğüm en güzel özellikler, hepsinin mutlaka ortasından bir ya da iki nehir geçmesi. Böylece üzerinden yürüdüğümüz şık köprülere sahip olması. Diğeri mutlaka meydanlarının olması. İnsanların sosyalleşip, dinlendiği, çeşitli sanatçıların gösteriler yaptığı, şarkılar söylediği müzik aleti çaldığı cıvıl cıvıl meydanlar.
Hava alanına bu düşünceler içinde geri dönüp valizlerimizi aldık. Tekrar merkeze inip otobüs durağına vardık. Flixbus’dan aldığımız biletlerizle, Çek Cumhuriyetine yani Çekya’nın başkenti Prag’a geçeceğiz. Konforlu, ferah otobüsler, dolu olmadığı için hepimiz ayrı yerlere oturup, rahatça uyuma şansını da yakaladık.

Gece 11 gibi Prag’a varıp hostelimize yerleşene kadar dinlendirici bir uyku çektik.

Fatma ÇİÇEK

En az 10 karakter gerekli


HIZLI YORUM YAP
300x250r
300x250r